Çok uzun zaman öncesinden beri anlatılan bir hikaye bu aslında. Hatta o kadar eskiki, sadece kutsal kitaplarda değil, semavi dinler öncesindeki dönemlerde varolan hemen hemen tüm efsanelerde hep ondan bahsediliyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin, hangi bölgesine adım atarsanız atın, hep o var öykülerde. Dünyayı değiştiren, tanrının gazabı “Büyük Tufan” ya da diğer adıyla “Nuh Tufanı”. Tüm kutsal kitaplarda yer alan bu olayın dini açıdan anlatılışı ve yorumlanmasını bir kenara bırakırsak, gerçekten böyle büyük bir olay gerçekleşmiş olabilir mi? Gerçekten yaşanan depremler ve yer hareketleri, koskaca bir kıtanın ve orda yaşayan milyonlarca insanın okyanuslara gömülmesine yol açmış olabilir mi? İşte bu öyküden yola çıkan sayısız araştırmacı ve bilim adamı çok uzun bir süredir bu gerçeğin peşinde.
Kanıtlanması sadece dinsel bir öykünün doğrulanması değil aynı zamanda, insanlık tarihine ait bildiğimiz her şeyin baştan aşşağı değişmesine sebep olabilir. Efsanelerde anlatılan kayıp kıta Mu’nun öyküsü işte burada başlıyor. Tevrat, İncil ve Kuran da anlatılan Büyük Tufan öyküsünün ilk yazılı kanıtları, İngiliz Albay James M. Churchward tarafından, Hindistanda ki budist bir rahip’in sahip olduğu Naakall Tabletleri olduğu idda edilir. Bu tabletleri okunması bizzat başrahip tarafından öğretilen ve tabletleri çözen albay dışında herhangibiri bunları görmemiştir. Öte yandan bu tabletlerdeki hikayede, dini kitaplarda anlatılan tufan olayının benzerinin günümüzden onbinlerce yıl önce Pasifik okyanusunda varolmuş bir kıtada yaşandığı, bunun sonucunda kıtada bulunan, teknolojik ve kültürel açıdan günümüzden çok ileri bir uygarlığın ve burada yaşayan milyonlarca insanın felakette yok olduğu anlatılmaktadır.
Yaklaşık M.Ö 12000 civarlarında gerçekleşen bu olay sonucunda kıtadan ve ada kolonilerinden kaçarak kurtulabilen az sayıdaki insan, bugün medeniyetin beşiğini oluşturan Mısır, Mezapotamya, Hindistan ve Güney Amerikadaki çeşitli bölgelere yerleşmişler ve sahip oldukları bilgiyle buralarda yeni uygarlıklar kurmuşlardır. Özellikle Mısır ve Sümer uygarlıklarının doğuşu direk olarak bu göçlerle ilişkilendirilmektedir. Tabiki anlatılanlara göre bu yeni kurulan uygarlıklar, büyük bir felaket sonucu yok olan, teknolojik ve kültürel açıdan ileri Mu Medeniyeti’nin devamı olmayacak kadar sönüklerdir. Gerçek şu ki Naccal tabletlerini Albay James M. Churchward’dan başka gören biri yok.
Ayrıca Japonların çektiği idda edilen, pasifikte su altında bulunan bir takım kalıntılar dışında kayda değer bir şey olduğu söylenemez. Öte yandan dünyanın her bölgesinde, birbirlerinden fiziksel ve kültürel olarak farklı yaşayan hemen hemen tüm halkların efsanelerinde böyle bir felaket olgusu mevcut. Düşünüldüğünde ancak bu çapta yaşanmış küresel bir tramva her toplumda bu kadar etkili olabilir. Mitler ve efsaneler Jung’un belirttiği gibi insaoğulunun bilinçaltında varolan bazı “arketipleri“ ve “kollektif bilinç/bilinç dışı” (cennet’ten kovulma, kahraman arketipi) öğelerini taşıdığı gibi aynı zamanda çeşitli tarihsel olgularında izlerini taşıyabilmektedir. Yaşanan büyük değişiklikler, savaşlar, salgın hastalıklar, vb türden şeyler efsanelerde kendilerine yer bulur. Bizler her ne kadar onları efsane ve mitos’lar olarak adlandırsakta doğru okunabildiği takdirde bizlere yazılı tarih öncesi dünyaya ait oldukça detaylı bilgiler verebilirler.
Örneğin bugün uygarlığımızın büyük bir kısmı nükleer bir savaş sonrasında yok olsa ve geriye kalanlar zaman içersinde sahip olduğumuz tüm bilgi birikimini unutup yıllar içinde tekrar ilkel avcı-toplayıcı toplumlara geri dönüş yapsalar, geçmişte yaşanan teknolojik savaş büyük ihtimalle o toplumun efsanelerinde, daha mistik ve o dönemki insanların anlayabileceği bir dil ile anlatılırdı. Herhalde söyle bir şey olurdu. “Gökkubenin üstünde uçan büyük kuş, önce taşıdığı yumurtasını bıraktı ve sonra güneş bir anda yeryüzünde doğdu. Heryeri saran ateş ve ışık tüm yaşayanları toza çevirdi.” Ne demek istediğimi anlatabildim galiba. Ayrıca Mu kıtasının yok olduğu dönemde yani M.Ö 12000 civarı, gerçekten de dünyada küresel çapta çeşitli değişimlerin olduğu biliniyor. (Bunun dünyanın manyetik eksenin değişiminden kaynaklanan bir olgu olduğunu ve önümüzdeki bir kaç yıl içinde bunun tekrarlanacağını idda edenler mevcut.) Özellikle buzulların ani şekilde gerilemesi ve insanoğulunun yerleşik hayata geçişi bu döneme rastlıyor.
Ama yukarıda da belirttiğim gibi bu olaya dair kesin herhangi bir arkelojik kanıt mevcut değil. Benim şahsi görüşüm insanlığın küresel çapta gerçekleşen bir afet yaşamış olabileceği. Bunu düşünmemin en önemli nedeni önceden de belirttiğim gibi birbirinden çok farklı uygarlıklarda (Mısır, Sümer, Hint, Maya,..) ve onların kültürlerinde böyle büyük bir olayın (O devirde insan nüfusunun tamamına yakının yok olmasıyla sonuçlanan, küresel çapta korkunç bir tramva) yaşandığına dair dinsel öykülerin ve mitlerin çokça varolması ve birbirleriyle oldukça benzerlikler göstermeleri.
Ayrıca büyük önder Atatürk’ün “Türk Tarih Tezini” hazırlarken, konuyla ilgili araştırmaları sürdürmesi, Türklerin kökenleri ile Mu Uygarlığı arasındaki bağlantıyı araştırması için Tahsin Mayatepek’i Meksikaya göndermesi, konunun basit bir mistik hikayeden ibaret olmadığını göstemektedir. Tüm bunlara rağmen Mu Uygarlığı ve insanoğlunun gerçek kökenleri tartışılmaktadır. Mu kıtası’nın Pasifik Okyanusunda yok olduğu gibi, Platon’un bahsettiği Atlantis adasının başınada sonradan aynı şey mi geldi? Buralardan kaçanlar gidip Mısır, Sümer ve Maya uygarlıklarını kurdular mı? Ya da Himalayalarda ki rahiplerin sahip oldukları ezoterik bilginin kaynağı aslında bu medeniyet mi? Ya da Piri Reis, 1513 de çizdiği ve o zamanki teknolojik olanaklara göre inanılamayacak kadar doğru olan dünya haritasını aslında Mısır’a yaptığı gezilerde elde ettiği çok daha eski bir uygarlığa ait olan haritalardan yardım alarak mı hazırladı? Görüldüğü gibi Mu Uygarlığı ve Atlantis efsanesi üzerine düşünmenin ve soru sormanın sınırı yok. Acaba insanoğlu çok kadim bir uygarlığa sahipken, kendi hataları yada küresel değişiklikler yüzünden yok olmuş ve herşeye en baştan başlamış olabilir mi? Kim bilir?
sevgi ve anlayış temelinde olmayan ; fakat,bu erdemlerin ikisinin herhangi birinden feyz alarak yaşamına süreklilik katarak “bir kırıntı”dahi almış insani, toplulukların,”potansiyel çağ” yapılandırılmasında tohum katkılarının olması ;maddesel varlığımızın nedenini ,sebebini apaçıklamaktadır..
yani ..hiçbir bilinen veya blinebileck medeniyet yoktur ki;sürdürülebilir;anlaşılabilir;anlatılabilir;uygulanılabilir iddiası; tarihi,insanlık hafızasısına yazılamamış olsun..insanlık tarihi,yazı ile,yani anlaşılabien belgelerle başlar..ya daha önceleri?.!.. insan(lar) yokmuydu?..işte başlangıcın başına ve şimdiye geldik..sussssmmmuuuşşş bir belgeler tarihi..demek ki tarih”insani” anlamda belgelesiz de varmış..belge veya kanıtlar sadece ve sasadec biz insanın”VAR OLMASIDIR” YA VAR; YA DA YOKSUN..
????????
Ya onlardan önceside varmıydı? Gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz yıldızlarda bizler gibi başkalarıda varmı? Gerçekten neye inancağımızı biliyormuyuz? Belkide asla cevaplarını bulamıcağım sorular ama araştırmaktan vageçmicem. Mu kıtasıyla ilgili bir çok mit var. Teknoloji olarak çok ilerde olmaları başında geliyor. Mistik güclerde bu mitler arasında. Bize bu zaman kadar aktarılmış basit hikayeler düşünce gücüyle nesneye etki etmek yada ruhlar aleymiyle iletişim kurmak.. Merak etmişimdir hep bu hikayeler efsaneler nerden bizlere kadar gelmiş? Aslında bilmediğimiz o kadar çok şey varki. Belki çok bildiğimizi sanarak hala yüzde 1’ini bile bilmiyoruzdur..
Dünyamız dört milyar yaşında tek uygarlık biz değiliz herhalde , bilinen tarihimiz ikibin evveline kadar gerisinde neler olmuş meçhul
Harika işime yaradı
Pirii reis’in astral seyahat yaparak haritayı çizdiği düsünülüyo teorik olarak metafizikte anaköksoyların en başından beri bahsediliyor.Olaylara bu kadar somut bakmamak gerek diye düsünüyorum