ainPost-Kapitalist sistemin yarattığı büyük ekonomik krizi yaşadığımız şu günlerde, bir ülke var ki dünyanın diğer devletlerinden farklı olarak ekonomisine ve yönetimine duyduğu güven ile krize rağmen ekonomik olarak büyümeye devam ediyor. Eylül ayından itibaren Avrupa ve Amerika da ki gelişmiş devletlerin bir çoğunda sayısal verilerin pekde iç açıcı olduğu söylenemez. Fakat dünyanın diğer ucunda bulunan Çin için durum biraz farklı gibi. Bugünün sanayi devi, dünyanın fabrikası, bazıları için geleceğin Amerikası olarak adlandırılan Çin Halk Cumhuriyeti, inanılmaz sayıdaki iş gücü, kaynakları ve uçsuz bucaksız toprakları ile, günümüzde sadece dünyanın 1.3 milyar nüfusu ile en kalabalık ülkesi değil, aynı zamanda en hızlı gelişen ekonomisi. 1949 yılında Mao tarafından kurulan sosyalist yönetim bugün halen iktidarını, ilk kurulduğu günkine yakın, güçlü bir şekilde yürütmeye devam ediyor. Tabiiki bunun en büyük nedeni iktidarı elinde bulunduran Komünist Parti , ülke ekonomisini ve siyasetini, değişen dünya şartlarına göre, kendi iktidarını da koruyarak, değiştirmesinden ve adapte etmesinden kaynaklanıyor. 1980’li yılların başından itibaren ülkenin ekonomi ve sanayi yapısında başlayan bu değişimler, bugün onu dünyanın en büyük üreticisi ve sanayi ülkesi haline getirdi. Bu kadar hızlı büyümenin ve gelişmenin nedeni aslında, kapitalist sistemin kurallarına göre oynayan, fakat Avrupa ve Amerikada görülen serbest piyasa ekonomisi anlayışından ziyade pazarın kurallarının tamamen yönetim tarafından belirlendiği kendi has bir uygulamaya sahip oluşundan kaynaklanıyor. Fakat bir şeyi açıklığa kavuşturmanın yararı var diye düşünüyorum.

Bazıları nasıl olduda Çin gibi 20 yy başlarında yarı sömürgeleşmiş ve geri kalmış bir ülke, aradan geçen bu süre zarfında, hantal yapısına, eğitimsiz ve açlıkla mücadele eden yoğun nüfusuna ve sayılabilecek onlarca sebebe rağmen bu kadar gelişebildi. Evet Çin sayılan tüm bu olumsuz özelliklere sahipti fakat Çin aynı zamanda dünya üzerinde hiçbir toplumun ve devletin sahip olmadığı yazılı tarihe (yaklaşık 4000 yıllık), yerleşik düzene ve bürokrasi geleneğine de sahipti. Aynı zamanda Çin uygarlığı Asya kıtasında çekirdek/merkez uygarlık olma özelliği taşıyarak, diğer toplumların yaşayış ve gelişimlerinde önemli rol oynamış, ayrıca insanlığa pusula, barut, matba başta olmak üzere tarihsel açıdan önemli bir çok teknolojik buluş kazandırmıştır. Kısaca demek istediğim şu ki, köklü bir uygarlık ve devlet geleneğine sahip Çin’in, bugün dünyada bu kadar önemli bir role sahip olması tesadüfü değildir.( Diğer yandan tüm bu özelliklerin bir çoğunun, hatta daha fazlasının Türk milletinde olmasına rağmen, neden bugün köklü geçmişe sahip  Çin ulusunun gelişip, fazlasına sahip Türk ulusunun hak ettiği yerde olmayışı üzerine tartışılması gereken bir sorudur. Bugün yeni yapılan bazı tarihi araştırmalar göstermektedir ki, Türklerin ilk kurdukları medeniyetlerin tarihi M.Ö 9000 senesi ve öncesine kadar dayanmaktadır.)
maoİkinci Dünya Savaşı Sonrası, Mao milliyetçi rakiplerini yendikten sonra 1949 yılında sosyalist Çin Halk Cumhuriyetini kurdu. Fakat geçmişin şanlı günlerinin yaşandığı imparatorluk topraklarında geriye, açlık, sefalet, kargaşa ve savaş kalıntılarından başka pek bir şey kalmamıştı. Mao önderliğinde 1950’li ve 1960’lı yıllarda ülkeyi geliştirmek için çeşitli alanlarda modernleşme ve sanayileşme çabaları verilsede bunlar istenilen hedeflere ulaşamadı. Mao’nun ölümü ve başlattığı “Kültür Devrimi” sonrasında, Milli Kongre’nin aldığı kararla Çin tarım, endüstri, bilim, teknoloji ve savunma gibi alanlarda çağdaşlama hareketine başladı. Fakat bu alanlarda gelişimin, yabancı sermaye olmaksızın gerçekleşemeyeceğini fark eden Çin yönetimi, bir çok Asya ülkesinden (Japonya, Güney Kore) önce 1980’lerin başında kapılarını yabancı sermayeye açtı. Bu dönem Çin için bir dönüm noktası oldu. Ucuz iş gücü aslında gelişimin anahtarı sayılabilir. Devlet eliyle bir yandan sanayileşme desteklenirken diğer yandan büyük bölümü çiftçi olan nüfusun şehirlere göç etmesi ve fabrikalarda çalışılması teşvik edildi. Bu tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Tabiki bu dönemde Çin, “Tiananmen Meydanı” örneğinde olduğu gibi ekonomik ve sosyal kaynaklı bir çok sorunla da karşılaştı ve bunları sert bir şekilde bastırdı. 1990’ların sonlarına doğru ekonomik büyümesini devam ettiren tek parti yönetimine sahip ülke, bir yandan çalışanların devlete ait mülk edinebilme ve iş kurabilme haklarını verirken, diğer yandan da Dünya Ticaret Örgütünde temsil hakkı kazandı.

Yönetimin bireyler üzerindeki baskısı ve siyasi duruşu çok fazla değişmemesine rağmen (halen otoriter devlet kontrolü devam etmekte, internet ve televizyon yayınları sıkı denetim altındadır), bu tarz sınırlı ekonomik ve sosyal haklar tanımasınındaki amaç, tarihsel süreçte önceden oluşamamış orta sınıfın yaratılmasıydı. 2008 Ekim ayında onaylanan “Toprak Reformu” da aslında bu hedefe yönelik bir uygulamadır. (Reform çiftçilerin sahip oldukları toprakları dışarıdan gelenlere yada şirketlere kiralayabileme hakkını tanıyor fakat bunun ekonomik getiriden çok sosyal uçurumu arttıracağına yönelik eleştiriler mevcut.) Çin’in bugünkü gücü ve gelecekti potansiyeli hakkında pek fazla şey söylemeye daha fazla gerek yok aslında. Üretim kapasitelerini ve dünyaya ihraç ettikleri malları hepimiz biliyoruz. Asıl üzerinde durulması gereken konu krizin başından itibaren Avrupa ve Amerikada tartışılan, Çin’in kendine has devlet kontrollü kapitalist sistem.

İlk belirtileri 2007’nin sonlarında başlayan, 2008 ortasında Amerikada ki mortgage olayı ile patlak veren ve şu anda asıl etkilerini görmeye başladığımız ekonomik krizde görülmüştür ki, pazar kendi kendi müdahelesiz bir şekilde düzeltememiş ve her şey tepetaklak olmuştur. Oysa Çin tüm bu sıradışı büyümesini ve krizden diğer ülkelere oranla daha az etkilenmesini aslında devletin ekonomi üzerindeki kesin ve mutlak kontrolüne borçlu. Kısaca “Otokratik Kapitalizm” olarak adlandırılan bu sistem de, devlet özel şirketlere herhangi bir sektöre yatırım yapmalarını yada yapmamalarını yada bunun yatırım oranını direk olarak söyleyebiliyor. Bu şekilde tamamen devlet tarafından yönetilen bir pazar, gene devlet tarafından belirlenen hedefler doğrultusunda üretime yada yatırıma yönlendirilebiliyor. Özellikle sanayinin kilit noktalarının devlete ait kuruluşlar tarafından yürütülmesi ve yatırımların devlet tarafından tanımlanması, işin kilit noktasını oluşturuyor. 1980’li yılların başında itibaren Amerika ve Avrupa da neo-liberal politikalar ile uyulanmaya başlayan, pazarın kendi kurallarını kendi belirlemesi ilkesi, doğası gereği semayenin, üretim sonucu kazancını en üst noktada tutabileceği, iş gücünün ucuz olduğu bölgelere kayması ile sonuçlandı.

ain-ticaretSonuç olarak özellikle Amerikada (tabiki Türkiyede) bugün gördüğümüz, tükettiği malların bir çoğunu ithal eden (özellikle iş gücü ucuz olan Çin’den), fakat üretim kapasitesi oldukça düşen, fabrikaları kapanan, haliyle gelir dağalımında inanılmaz uçurumların oluştuğu, sanayi yatırımlarından ziyade (bio teknoloji, nano-teknoloji) finans mühendisliği gibi alanlarda faaliyet göstermeye çalışan fakat başarısız olan bir yapının manzarası ile karşı karşı kalıyoruz. Amerikan ekonomi otoriteleri (tabiki ülkemizde onların papağanlığını yapan saygı değer şahsiyetler) yaptıkları yanlışların farkına varmış olacaklar ki bunları itiraf etmenin dışında, Çin’in piyasalar üzerindeki kontrollü sistemine oldukça sıcak yaklaşıyorlar.En azından son bir kaç aydır, yurt içi ve yurt dışında yazılan tüm ekonomi haberleri bundan bahsediyor (Newsweek International, nerdeyse her hafta bu konuyu ele alıyor). Bundan sonra neler olacak hep beraber göreceğiz tabiiki ama gelişmiş ülkelerin ekonomilerinde ve sahip oldukları pazarlarda devlet kontrolünün artacağı kesin gibi görünüyor.

Peki Türkiyede neler olacak, söylemek zor çünkü ülke olarak öyle bir hale getirildik ki (gerek devlet politikaları ile gerekse uluslarası siyasi yaptırımlarla), bırakın dışa bağımlı tüketimin fazla olmasını, nerdeyse doğru düzgün hiçbir şey üretemez durumdayız. Gurur duyduğumuz otomobil sanayimiz bile aslında üretimden çok montaja yönelik bir kaporta sanayisinden başka bir şey değil. Tekstil mi, o çoktan bitti bile. Bugün kapitalizmin ve serbest piyasa ekonomisinin kalbi olan Amerika da dahi devlet sanayinin kilit noktalarındaki kurumların korunması ve mümkünse özel şirketlerin bazılarının devletleştirilerek aralarına yenilerinin eklenmesine büyük önem vermektedir. Oysa Türkiyede stratejik öneme sahip kurumların korunması ve muhafaza edilmesi, “Devlete gereksiz yük, satalım bunları” mantığı ile algılanmış, son senelerde sayısız özelleştirme yapılmış ve halen yapılmaya devam edilmektedir. Yaşanan son kriz bunun ne kadar yanlış ve işe yaramayan bir durum olduğunu bizlere bir kere daha göstermiştir. Çin bu sebeple kazanmış, dünyanın geri kalanı bundan dolayı kaybetmiştir. Umuyoruz ülkemizde bizi yönetmeye çalışanlar bu örneklerden biraz olsun pay çıkarabilirler.

(Tarihsel Bir Not: Hepimizin bildiği gibi 19 yy başlarından itibaren, buhar ve kömür enerjisinin etkin şekilde kullanılması ve bu enerji ile çalışan makinalar üretilmesi sanayi devriminin başlamasına neden oldu. Özellikle ilk dönemlerde İngilterede tekstil alanında çalışan bu makinaların seri üretim ürünleri, maliyetlerinin düşük olması ve yüksek ürün hacimleri nedeniyle, dünya pazarında önemli değere sahip Çin, Hindistan ve Osmanlı el dokuma ürünlerinin yerini aldı.  Öyleki çok sayıdaki İngiliz malı makina üretimi dokuma ürünleri, bir kaç sene içersinde, el emeği isteyen tüm dokuma tezgahı üretiminin sonunu getirdi. Çin gibi yüzyıllarca dış ticari gelirinin önemli bir bölümünü geleneksel ürünlerle sağlayan bir devlet, bir kaç sene içersinde seri üretim makinalarının ve sanayinin gücü karşısında önce ekonomik olarak yenik düştü, ardından da sömürge haline geldi. Aradan geçen 150 sene zarfından işler tersine dönmüş gibi gözüküyor. Geçmişte ekonomisi bu nedenle bozulan Çin, aynı yöntemi zamanında kendine karşı kullananlara karşı, yani Amerika ve Avrupaya karşı kullanıyor ve ürettiği ucuz ürünlerle bu ülkelerin ekonomilerini altüst ediyor. Tarih farklı şekilde tekerür mü ediyor yada son gülen kim olacak bilemem ama Türk yazar Sadri Etem Ertem’in 1931 yılında yazdığı “Çıkrıklar Durunca” adlı kitabı, Osmanlı devletinin İngiliz malları karşısında ekonomik çöküşü ve sömürge haline gelişini çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır ve kesinlikle okunup, ders alınması gereken bir kitaptır. Şu unutulmamalıdır ki, tarihi iyi bilmek bizi geçmişte düşülen hatalardan uzak tutar çünkü tarih onu doğru okumasını bilene insanlığın bilgeliğini sunar.)